ONBEŞ DAKİKA
Kadıköy iskelesinin kocaman dijital saati 19:20’yi gösterirken, günün yorgunları karşıya vapurla geçmeye hazırlanıyorlar. Kalabalıklar, yedi tepeli şehrin insanları onlar. Hem muhteşem hem de zor olan bu şehri, derinden hisseden, yaşayan insanlardılar. Aralarına karışıyorum, bana yabancı geliyor, onların bu sıradan yolculukları. Vapurda kendime güzel bir yer seçmek için dolanırken, akşam rüzgarını yüzümde hissetmederim düşüncesi ile dış kısımdaki banklara bırakıyorum gezgin bedenimi. İki liseli gencin yanındaki boş kısımda, kah onların yeni yetme sigara heveslerinin dumanlarına boğuluyor, kah fotoğraf makinem ile batan güneşi görüntülemeye çalışıyorum. Kıyıdaki küçük teknelerden uzaklaştıkça gözlerim bana el sallayan birini arıyor, hayal ediyorum.
Çaycı, tepsisinde envai çeşit içeceklerle geçiyor önümüzden. Mavi önlüğü biraz kirlenmiş de olsa, halinden memnun, çayları soğutmadan satmaya uğraşıyor acele tavırlarla.
Diğer tarafımda oturan iri yarı yaşlı kadının telefon muhabbetine dayanamadığımdan, bir de açık havada nasıl oluyor da sigara dumanı beni buluyorsa, onu da bahane ederek, iç kısma geçme derdine düşüyorum. Ama, akşam serinliğinde ürpermeye başladığımı kendime itiraf edemeden ve saçlarımın da yeterince karışmasına fırsat vermeden ayağa kalkıyorum. Vapurun hafif esnekliğinden, sağa sola yalpalaması ve son sürat hızından gizli bir keyif alarak, kapalı bölüme geçiyorum. Koltuklar dolmuş, herkes çoktan oturmuş, birşeylerle uğraşmaya koyulmuş bile. Yapacak bir şeyi olmayanlarsa gözlerini diğerlerinden kaçırarak, onbeş dakikayı doldurmaya çalışıyorlar. Bir tehlikenin varlığını sezermişcesine bunu, ihtiyatla yapıyorlar. Cam kenarını bir amca kapmış ama yanı boş ve bana uygun. Biraz dinleniyorum ve karşı tarafın ışıklarını seyrederken, gülüşmelerle, tutuşmuş ellerle bir çift geliyor ve tam karşıma oturuyor. Dikkatim ellerde, hiç ayrılmıyor birbirinden, Fısıltıyla karışık konuşmaların etkisiyle daha çok birleşiyor veya ayrılıyor ama hep birbirine kenetliler. Çaprazımda oturan orta yaşlı bayanın burun kıvırmaları ve sert bakışları altında, cıvıl cıvıllar, umursamıyorlar. Onbeş dakikanın on dakikası geçmiş bile, çıkmaya hazırlanıyorlar, dışarıda ayakta duracaklar diye düşünüyorum.
Ben oturmaya devam ediyorum sukunetle, rahatım, bir yere yetişme çabam yok, uzamasını bile isteyebilirim yolun. Benim gibi düşünen birileri olup olmadığına bakıyorum vapurda, o sırada birini görüyorum. Zayıf vücudunu ve dar omuzlarını gizleyen beyaz üniforması ile koltuğun kenarına iğreti oturmuş, usluca beklemeyi sürdürüyor. Ellerini önünde kavuşturmuş, çanta benzeri bir eşya göze çarpmıyor çevresinde. Kendini taşıyor gideceği yere , belki de cebinde parası, kimliği. Beyaz unıformanın yakasını sıkıca kapatmış, şapkası başına biraz büyükçe gelmiş. Bir deniz okulu öğrencisiydi kesin, ya ondört ya da onbeşti yaşı. Gözleri dümdüz -oturduğu yöne paralel- karşıya bakıyordu ama arada kapanmaya yüz tutuyorlar, kalan beş dakikayı da yararlı bir şekilde geçirmeyi istercesine, o tatlı uykuya dalıp gidiyorlardı. Arada bir kaç saniye açılıyor sonra gene kapanıyorlardı. Bir beş dakika , on dakika daha sürse bu yol, sanki bütün yorgunluğu gidecekti. Kimbilir sabahın hangi erken saatinde uyanmıştı? Mazereti vardı vapurda gözlerinin kapanmasını engellememek için belki de. Gerek ıslağından gerekse kurusundan mendil satan varoş çocuklarına hiç pas vermiyordu. Diğerlerinden yüz bulamayan satıcı çocuklardan biri bana yaklaşıyor. Çocuk, bir değil, üç paketi birden satmaya çalışıyor . Çarşıda bir marketten yarı fiyatına alabileceğim ıslak mendilin limon kokulu olanını alıyorum, çantamda yedeği varken. Alışverişim bitince bakıyorum, bizim küçük denizci gözden kaybolmuş. Alışkanlık belki de , yolun sonuna yaklaşırken, güverteye çıkmak. Uykusuna, kapanan gözlerine ne oldu bilmiyorum ama kavuşma arzusu daha ağır bastı anlaşılan..
Onbeş dakikalık zaman dolmak üzere , insanlar yavaş yavaş toparlanıyorlar. Hırkalar sırta geçiriliyor, çantalar omuza takılıyor. Oysa daha vapur durmadı ki, durmayı bırak yanaşmadı bile iskeleye? Kapıda yığılıyorlar, aradan sıyrılıp da çıkabilen dışarıya atıyor kendini, orada üstüste beklemeye koyuluyor. Yanımdaki yaşlı adam da kalkıyor, hemen kayıyorum cama doğru, şehrin ışıklarına, çöken akşamın alaca karanlığına dalıyorum.İyi geliyor, rahatlatıyor beni, ama bitmek üzere olduğunu biliyorum. Mecburiyetten ben de çıkıyorum dışarıya, hava serinlemiş, ama güzel yine de. Vapur yanaşıyor iskeleye, eğreti tahta köprü, onca insanı geçiriyor karşı tarafa.
Önüme çocuk arabasıyla bir bayan geçiyor ve beni bekletiyor. Sıranın bana gelmesini bekliyorum sessizce. Koyu, gürültülü, aceleci kalabalıktan çoğunun elleri, sigara paketlerine gidiyor bildik bir tavırla. Tütüyor dumanlar, ateşleri parlıyor beyaz kağıda sarılmış tütünlerin. Akşam iyice çöküyor, kararıyor, ama yanlızlıklar, birliktelikler belirmeye başlıyor ortalıkta. Ben hangisindeyim, şanslı taraf hangisi bilemiyorum.
Yarın sabah, herşey yeniden başlayacak, bildik koşuşturmalar yaşanacak, uykular otobüslerde, trenlerde kalacak, yaşam bir kez daha hissedilecek, belki yeni ömürler dünyaya merhaba derken, diğer ömürler el sallayacak istekli veya isteksiz, mutluluklar, hüzünler, değişimler veya gelişimler onlarla olacak.
Koşuşturmacanın arasından sıyrılıyorum, müşterisini bekleyen taksiye beni götüreceği yeri tarife başlarken buluyorum kendimi.
Çaycı, tepsisinde envai çeşit içeceklerle geçiyor önümüzden. Mavi önlüğü biraz kirlenmiş de olsa, halinden memnun, çayları soğutmadan satmaya uğraşıyor acele tavırlarla.
Diğer tarafımda oturan iri yarı yaşlı kadının telefon muhabbetine dayanamadığımdan, bir de açık havada nasıl oluyor da sigara dumanı beni buluyorsa, onu da bahane ederek, iç kısma geçme derdine düşüyorum. Ama, akşam serinliğinde ürpermeye başladığımı kendime itiraf edemeden ve saçlarımın da yeterince karışmasına fırsat vermeden ayağa kalkıyorum. Vapurun hafif esnekliğinden, sağa sola yalpalaması ve son sürat hızından gizli bir keyif alarak, kapalı bölüme geçiyorum. Koltuklar dolmuş, herkes çoktan oturmuş, birşeylerle uğraşmaya koyulmuş bile. Yapacak bir şeyi olmayanlarsa gözlerini diğerlerinden kaçırarak, onbeş dakikayı doldurmaya çalışıyorlar. Bir tehlikenin varlığını sezermişcesine bunu, ihtiyatla yapıyorlar. Cam kenarını bir amca kapmış ama yanı boş ve bana uygun. Biraz dinleniyorum ve karşı tarafın ışıklarını seyrederken, gülüşmelerle, tutuşmuş ellerle bir çift geliyor ve tam karşıma oturuyor. Dikkatim ellerde, hiç ayrılmıyor birbirinden, Fısıltıyla karışık konuşmaların etkisiyle daha çok birleşiyor veya ayrılıyor ama hep birbirine kenetliler. Çaprazımda oturan orta yaşlı bayanın burun kıvırmaları ve sert bakışları altında, cıvıl cıvıllar, umursamıyorlar. Onbeş dakikanın on dakikası geçmiş bile, çıkmaya hazırlanıyorlar, dışarıda ayakta duracaklar diye düşünüyorum.
Ben oturmaya devam ediyorum sukunetle, rahatım, bir yere yetişme çabam yok, uzamasını bile isteyebilirim yolun. Benim gibi düşünen birileri olup olmadığına bakıyorum vapurda, o sırada birini görüyorum. Zayıf vücudunu ve dar omuzlarını gizleyen beyaz üniforması ile koltuğun kenarına iğreti oturmuş, usluca beklemeyi sürdürüyor. Ellerini önünde kavuşturmuş, çanta benzeri bir eşya göze çarpmıyor çevresinde. Kendini taşıyor gideceği yere , belki de cebinde parası, kimliği. Beyaz unıformanın yakasını sıkıca kapatmış, şapkası başına biraz büyükçe gelmiş. Bir deniz okulu öğrencisiydi kesin, ya ondört ya da onbeşti yaşı. Gözleri dümdüz -oturduğu yöne paralel- karşıya bakıyordu ama arada kapanmaya yüz tutuyorlar, kalan beş dakikayı da yararlı bir şekilde geçirmeyi istercesine, o tatlı uykuya dalıp gidiyorlardı. Arada bir kaç saniye açılıyor sonra gene kapanıyorlardı. Bir beş dakika , on dakika daha sürse bu yol, sanki bütün yorgunluğu gidecekti. Kimbilir sabahın hangi erken saatinde uyanmıştı? Mazereti vardı vapurda gözlerinin kapanmasını engellememek için belki de. Gerek ıslağından gerekse kurusundan mendil satan varoş çocuklarına hiç pas vermiyordu. Diğerlerinden yüz bulamayan satıcı çocuklardan biri bana yaklaşıyor. Çocuk, bir değil, üç paketi birden satmaya çalışıyor . Çarşıda bir marketten yarı fiyatına alabileceğim ıslak mendilin limon kokulu olanını alıyorum, çantamda yedeği varken. Alışverişim bitince bakıyorum, bizim küçük denizci gözden kaybolmuş. Alışkanlık belki de , yolun sonuna yaklaşırken, güverteye çıkmak. Uykusuna, kapanan gözlerine ne oldu bilmiyorum ama kavuşma arzusu daha ağır bastı anlaşılan..
Onbeş dakikalık zaman dolmak üzere , insanlar yavaş yavaş toparlanıyorlar. Hırkalar sırta geçiriliyor, çantalar omuza takılıyor. Oysa daha vapur durmadı ki, durmayı bırak yanaşmadı bile iskeleye? Kapıda yığılıyorlar, aradan sıyrılıp da çıkabilen dışarıya atıyor kendini, orada üstüste beklemeye koyuluyor. Yanımdaki yaşlı adam da kalkıyor, hemen kayıyorum cama doğru, şehrin ışıklarına, çöken akşamın alaca karanlığına dalıyorum.İyi geliyor, rahatlatıyor beni, ama bitmek üzere olduğunu biliyorum. Mecburiyetten ben de çıkıyorum dışarıya, hava serinlemiş, ama güzel yine de. Vapur yanaşıyor iskeleye, eğreti tahta köprü, onca insanı geçiriyor karşı tarafa.
Önüme çocuk arabasıyla bir bayan geçiyor ve beni bekletiyor. Sıranın bana gelmesini bekliyorum sessizce. Koyu, gürültülü, aceleci kalabalıktan çoğunun elleri, sigara paketlerine gidiyor bildik bir tavırla. Tütüyor dumanlar, ateşleri parlıyor beyaz kağıda sarılmış tütünlerin. Akşam iyice çöküyor, kararıyor, ama yanlızlıklar, birliktelikler belirmeye başlıyor ortalıkta. Ben hangisindeyim, şanslı taraf hangisi bilemiyorum.
Yarın sabah, herşey yeniden başlayacak, bildik koşuşturmalar yaşanacak, uykular otobüslerde, trenlerde kalacak, yaşam bir kez daha hissedilecek, belki yeni ömürler dünyaya merhaba derken, diğer ömürler el sallayacak istekli veya isteksiz, mutluluklar, hüzünler, değişimler veya gelişimler onlarla olacak.
Koşuşturmacanın arasından sıyrılıyorum, müşterisini bekleyen taksiye beni götüreceği yeri tarife başlarken buluyorum kendimi.

1 Comments:
deepness,
seni seninle ilgili dört şey için ebeledim haberin olsun.
meral
Yorum Gönder
<< Home