Cuma, Ocak 12, 2018

Dusuntuler

Onun bana cıcek demetlerıyle gelmesını, o yıllarda pek onemsemezdım, gerek yok dıye dusunurdum. Konforlu bır durum dısında da olurdu o cıcekler; bır bıcımde organıze edılmıs olurdu. İnce bır davranısın ürünü oldugunu farkedelı epey oluyor. O demetlerden bırını kurutup saklamıstım, uzun yıllar evımde durdu, zaman zaman bakıp dusundum, ınceledım.
Bir gun evden tasınma zamanım geldı, kuru cıcek demetını muhafaza etmek, kilometreler surecek yol boyunca ımkansızdı ve evde bıraktım. Simdi benımle degıller, aksıne zıhnımde o goruntusu ıle daha canlı duruyorlar. Bir anı , hatta yasayan bır anı, hatırlayınca gulumseten bır anı olarak.

Cumartesi, Ekim 29, 2016

oylesine kemıklesmıs kı ınancımız; bırdenbıre mutlu olma ıhtımalımız gorunse bıle, temkınle, tedırgınlıkle yaklasıyoruz, el yordamıyla...

Cuma, Şubat 19, 2016

cok gunler gecti. cok degıstı. bazı seyler oldugu yerde kaldı, kalmalı.

Cuma, Eylül 19, 2014

Mermi

içindeki tapınmaya bir tanrı gerekliydi.
aradığı orada olmadığında da buluyordu gidip.
sıradan atletik gençler tanrı oluyorlardı-
tanrılaştırıyordu onları çılgın tutuluşun
doğuştan bir tanrı için yaratılmış gibi duran.
bir tanrı arayıcıydı o tutuluş. bir tanrı bulucu.
baban seninle tanrı'ya doğru nişan almıştı
ölümü tetiği çektiğinde namludan çıkan alevin ışığında o an
bütün hayatını gördün. sektin
alabildiğine başarılı kariyerin boyunca.
öfkesiyle
yüksek hızlı bir kurşunun,
kinetik enerjisini
bir damla azaltamayan. seçtiklerin
neredeyse kurşun onlara değer değmez can verdiler-
kurtulamayacak kadar ölümlüydü hepsi. düşlenmiş şeylerdi,
geçici, kuramsal, belli birer hava yalnızca.
uçuş yolun boyunca oluşan ses duvarı olayları.
ama sırılsıklam kağıt mendilinin
ve cumartesi gecesi paniklerinin içinde,
altında kah öyle, kah böyle kestirdiğin saçlarının,
çarpıp sekmek gibi görünen olaylarla
gittikçe işitilmez olan haykırışların çavlanının ardında
hiç sapmadan ilerliyordun.
altın kaplıydın, som gümüştün,
nikeldendi ucun. izlediğin mermi yolu kusursuzdu
boşluktan geçiyormuşçasına. beton bir duvarı
edinilmiş gibi duran, yanagındaki o yara bile 
bir yiv işlevi görüyordu
dümdüz ilerlemen için. varana dek o gerçek hedefine,
ardımda gizlenen. babana.
elinde dumanı tüten tabancasıyla duran o tanrıya. uzun bir süre,
kafam sis gibi bulanık, farkına varamadım
vurulmuş olduğumun bile, 
ne de gördüm beni delip geçtiğini-
ve sonunda saplandığını tanrının yüreğine.

benim yerimde becerikli bir büyücü olsaydı,
seni elleriyle havada yakalayıp
bir elinden ötekine aktara aktara soğutabilir
ve tanrısız, mutlu, sakin kılabilirdi sonunda. bense
bir tutam saçını, yüzüğünü, saatini, geceliğini kurtarabildim
kurtara kurtara.
Ted Hughes

Perşembe, Eylül 04, 2014

seni hissedemiyor olmak, buyuk eksiklik h'eylül... derin, yüzeye direniyor yine de!

Salı, Şubat 04, 2014

sadness tumblr

hassas kalbini, fotoğraf karelerine taşıyor nihayet, kelimelerinde onlarca hissi konuşturuyor beraberinde.

burda

Cumartesi, Aralık 07, 2013

Bir Gececik.

Bir gececik uyuma, ne olur.
Ayrılık kapısını çalma bir gececik.
Bir gececik dostların gönlü olsun,
ne olur sabahı et bir gececik.

Bir gececik gözlerimiz seninle aydın olsun,
kör olsun şeytan bir gececik.
Dünyayı güzel kokular sarsın bütün.
Karanlıklardan ışıklar aksın ovalara.
Sofrandakiler dirilsin bir gececik.

Bir gececik uyuma, ne olur.
Ayrılık kapısını çalma bir gececik.
Bir gececik ata bin, meydana gel.
Gönüller bir gececik rahat olsun,
göğüsler meydana dönsün bir gececik.

Yeniler giyinelim biz kulların.
Musa gibi sen bir sopa al eline.
Sopa bir anda elinde yılan olsun.
Süleyman gibi sen karıncaların yanına var.
Karıncalar bir anda birer Süleyman olsun.

Ne olur, bir gececik kapısını çalma ayrılığın.

Mevlana Celaleddin Rumi


deepnot: Mevlana'nın kalbi, zihni, manevi aşk ile sürekli mesgul oldugundan, geceleri uykuya dalınan saatlerin, sevgiliden uzak kalmak, baglantıyı kesmek anlamına geldıgını ve bunun bır kayıp oldugunu dusunerek bır hüzün icinde iken bu şiiri yazdıgı anlatılıyor.

Perşembe, Kasım 28, 2013

KENDİ OLARAK SANA GELEN


Kendi olarak, sana gelen-
sana gereksinimi olmadan, seni isteyen-
sensiz de olabilecekken, senin ile olmayı seçen-
kendi olmasını, seninle olmaya bağlayan- -
O, işte...

Oruç ARUOBA

Çarşamba, Kasım 27, 2013

140

Bırazdan hayat guzellesır kelımelerın sırtında,
Bır kırlangıcın hafıflıgındedir umut.
Dar sokaklarda bozkır hüznü,
Büyuruz eksıklere sarılıp.

Cumartesi, Eylül 07, 2013

7 eylül

kucagımda Eylül, yüzükoyun hüzne.
bir tamamlanmıslık, bir hayalperestlik,
dogdugunu, öleceginle mi kutsasan?

doğmak ve bitmek.

bir cocuk, dogdugu anda annesinden ayrılır, sonraki ayrılıklar, daha da yakınlastırır ıkısını, ama dogmadan onceki bırlıktelık bıtmıstır bır kez...

Perşembe, Ağustos 22, 2013

Adsız

Cuma, Mayıs 31, 2013

İki bag nane.

Alısveristen dönerken, gözüm parkta bir kare misali konuslandırılmıs dört banka takılıyor ve iki yalnız kadının ayrı ayrı oturduklarını fark ediyorum. Bir ücüncüsüne de ben oturabilirim sanırım diyorum. Sessizce banka yerlestigimde tam gorus alanıma denk gelen kadınların, benimle mesgul olmadıklarını gorunce rahatlıyorum, kulagımdaki müzik ve aksam üzeri serinligine bırakıyorum kendimi.

Kadınlardan biri basortulu ve uzun kot etegının altında görunen kücük ayaklarını geride toplamıs, otuzbesinde görünüyor. Neyse ki koyu renk basörtusunun altında sadece bası var ve tuhaf birseylerle icini doldurdukları kocaman bir kafaya sahip olan digerleri gibi beni meraka sevketmiyor. Dudagı kıpırdayıp duruyorken, elinde gizlemeye calıstıgı numaratör gibi birseyi fark edip gerekli baglantıları kuruyorum. Yanında yarıda bir su sisesi, gözleri uzak bir yerlere bakıp duruyor, sanki bakmıyor da gözler, bir organ görevini, sessizce ifa ediyor gibi.

Diger bankta oturan kadın ise, aksam 20:00 sularında olmamıza ragmen günes gözlugunu hala yuzunde bırakan, hafif kilolu, kısa penye pantolunundan görunen terlıkleriniortaya dogru uzatmıs, kırkbesın üzerinde biri. Bankın ortasında, kolları gögsunde kavusturmus. Gözluk yuzunden nereye baktıgını kestıremıyorum, bununla bırlıkte epey dusunceli oldugu kesin. Poker turnuvasına katılmıs kumarbazları hatırlatıyor ve yuzunu gızleyısı epey temkinli. Elleri sürekli pozisyon degıstırıyor, kah avcunun içi yüzüne yapısıyor, kah parmakları çenesini destekliyor. Bazen de gözlugun altından girip gözlerini mi siliyor ne… Epey umutsuz ve umarsız. Yanında bir çanta, elinde bir mendil, bir kapı anahtarı hiçbir şey yok görunurde. Sadece güneş gözluğu.

Ortadaki kayrak taşlı ve çimenli yoldan birileri gecip duruyor ve diğer iki park arkadasımı göruntuden uzaklastırıyorlar. Yumuşak ayakkabılarını gıymıs ve aksam üzeri yuruyusune çıktıkları her hallerınden belli, iki kilolu kadın daha. Yetmişin üzerinde, epey zayıf bir teyze ise, minik adımlarla, bir aşagı bir yukarı gidip geliyor ve birkaç turu tamamladıktan sonra, kolunda ergen kız torunuyla gözden kayboluyor.

Akşamüzeri serinliği iyice kendini hissettirmeye baslıyor. Kollarımızda hafif bir ürperti. Bir esinti, bez torbamda, dalları dısarı fırlamıs iki bağ taze nanenin kokusunu, alıp burnuma getiriyor. Elli metre ılerdeki camiden ezan sesi yayılıyor ortalıga. Hiç birimizin de bir yerlere gecikme kaygısı yok olacak ki, kıpırdamıyoruz banklarımızdan.

Aradan bir şarkılık daha zaman geciyor, hüzünlü kadın gunes gözlugunu nihayet cıkarıyor ve penye bluzunun yakasına asıp, yüzündeki boş ifadeyle başbaşa bırakıyor beni. Gözlerinde bir kızarıklık var mı yok mu seçemiyorum, karanlık çökmek üzere ve kadının imdadına yetişiyor. Uzaklara, belirsiz noktalara takıyor gözünü, tek bildiği bu sanki.

Diğerinin günlük görevi bitmis, biraz rahatlamıs, dünyevi meselelere odaklanma zamanı gelmiş gibi, telefonuna göz atıyor, kısa sürede etegınin cebıne kaldırıyor, arkasına yaslanıyor, karsıları kolaçan etmeye karar veriyor artık.

Üçümüz de gözgöze gelmiyoruz inadına. Şaşırtıcı bir akşamüstü yasıyoruz ama umrumuzda değil. Üçümüz de başka bir yerlerde olmak istiyoruz sanki. Yine de bu ortaklıga birinin son vermesi gerekiyor artık. Bunu benden baskasından beklemeden kalkıp yola koyuluyorum. Evin sokagına girerken, köşedeki yaşlı dut agacının olgun meyvelerinden alıp, ağzıma atma hevesim suya dusuyor, karanlık izin vermiyor zira.

Naneleri bir gazete kagıdına özenle seriyorum, nasıl da büyümusler, umarım kurutabilirim diye dusunuyorum, köylü kadının onca yetiştirmesinden sonra, bunu benim yapmam lazım artık. Kullanılmayan odaya dolan o koku, çocuklugumda annemin, bahçeden koparıp geldıgı naneleri hatırlatıyor bana. Az sonra da babam anahtarıyla kapıyı açıp eve gelir diyorum.


Hiçbir şey değişmedi diyorum. İşte o koku, bu! diyorum.

Perşembe, Nisan 11, 2013

hüzgün...

dört yanı duvarlarla çevrili.

Çarşamba, Nisan 03, 2013

masal...

Salı, Nisan 02, 2013

Cuma, Mart 29, 2013

anniversary

yıldönümleri bir kutlamayı cagrıstırır genellıkle, ama öyle değildir. bir yıl daha gecti, daha ne yıllar gecer, ben kendimi biliyorum. bir ömür gecse ne olur ki...

Perşembe, Mart 21, 2013

Haiku

Terketmek bir vazgeciş, Diğerine tutunmaktan. İplerin gökyüzünde, Ruhunsa kendine esir.

Pazartesi, Aralık 31, 2012

Haiku

Anne yüzü flu; soğudu toprakta... Beni artık ölüm ısıtır.

Cuma, Kasım 23, 2012

hysterical blindness



eğlenmek, her kadının hakkıdır.

Pazartesi, Ekim 15, 2012

kürk mantolu madonna

Sabahattin Ali ile aşk ı yaşama ve okuma zamanı.

Pazartesi, Ekim 01, 2012

açlık

tatmin olan, susar...

Trashness

Çarşamba, Eylül 05, 2012

Süleymaniye Camii

Yüreği sarsan hislere açılan pencere. http://youtu.be/cQDH0YTS8QE

Cuma, Ağustos 31, 2012

je n'est sais pas rien...

Salı, Ağustos 28, 2012

luck , tv serie









dizi müziği.

hem dizisi, hem müziği...


Çarşamba, Mayıs 09, 2012

Sakura (cherry blossom) 桜 花見



şimdi tam zamanı.

Cuma, Mayıs 04, 2012

gerçek hayat diye bir şey var aslında.

Salı, Nisan 10, 2012

Odanda...













İçinde gece ve gündüzün farkı olmayan duvarların olmalı.

Pazartesi, Nisan 02, 2012
















seni, hiç bile göremiyorum artık...

Pazartesi, Mart 12, 2012
















zaman hiç geçmedi aradan, değişen rakamların bile haberi olmadı.

Pazar, Şubat 19, 2012

Evgeny Grinko - Вальс


pazar uyantısı...

Salı, Şubat 14, 2012

deep frozen


Dilediğin kadar buz tutabilirsin, ama yine de ölemezsin.


Pazartesi, Şubat 13, 2012

Vera Drake



Hayata anlam katmak icin,  bazı küçük şeylere yüklediğimiz anlamlar, bir gün anlamını yitiriverir ve her şeyin anlamsız  olusuyla  yüzyüze kalırız.
Hayat, "anlam" demek.
Anlamını yitiren hayat, insanı bitirir.

Perşembe, Ocak 26, 2012

bir

bir haikuydu sonucta
yaşamı kapsayan
üç kelimede biten.

Cuma, Ocak 20, 2012

Bakış

cocukları sewmem ama onda bir başkalık var, masumiyet ve hüznü, sessizce haykırıyor.

Pazartesi, Ocak 16, 2012

Sigur Ros - Heima



dokunmadan gectigin kilometreler boyunca dağ ve nehirlerin bir hiçe dönüştügü günlerin sesi.

Pazar, Ocak 15, 2012

İnsan?













Bir çöl karıncası gibi, yuvasına dönüşte hiç bir zorluk çekmemeyi mi isterdiniz...












Ya da bir yusufçuk gibi, yüksek hızlarda havada uçarken, sert manevralar yaparak yön değiştirebilmeyi mi...



Bir de insan var, onun gibi, kararsız, saplantılı, umutsuz bir hayat yolculuğu gecirmeyi mi tercih ederdiniz?
Güç diye bir şey yoktur. Gücü kullanamamak vardır.
Bir hiç, ya da hepsi.

Çarşamba, Ocak 11, 2012

Alone


ewtt, sıkıntı yok.

Pazartesi, Ocak 02, 2012

Kan Revan İçindeyim

Çarşamba, Aralık 28, 2011

...


umutsuz Moskova trafiği ve tükenen Moskova umudu.

Salı, Aralık 13, 2011

Cold.















Hüzgün...

link

Pazar, Aralık 11, 2011

Annem.















her yıl bugünü bekleyip, bir günde geçivermesine inanmak çok zor, Sen i kaybedip yaşamaya çalışmak gibi.

Bir deprem.
Hayatı bıçak gibi kesen, bir çırpıda unufak ediveren.

Şimdi buralar kuru gürültüde, puslu ve soğuk. Toprak serilse önüme, özlemle sarılsam senin yanına.

Sıcacık kollarında bir yer bulabilmeyi umut ederek geçiyor her saniyem. Anlam bulamadığım sabahlara mecburen açılıyor gözüm ve ayağa kalkıyorum. Uykulara kavuşmak bile zor oluyor, seni yaşatan ruyalarla dolu avuntum oldugu için. Şükür diyorum, ruyada da görememek var!

Senli günleri unutma korkusu ürpertiyor her yanımı. Flu günlerim üstüste birikip, geçmişi gölgeliyor. Seni güzelce düşünüp hissettiğim özel zamanlar yaratıyorum, ödüllendiriyorum kendimi hatıralarınla. Hala elinle koydugun, bıraktıgın eşyaları özenle koruyorum, dokunmaya kıyamadan, sadece gözlerimle, hasret gideriyoruz.

Kapıyı artık açmıyorsun, pencerede değil güzel yüzün, mis kokular evinden yayılmıyor, benim gelişlerim için bekletmiyorsun birşeyleri inceliğinle. Seni arayamıyorum, telefona cevap vermiyor sesin.

ben işte buralarda, bir kaç kelimede, bir yudum suda, sabretmeye çalışıyorum. Herşeyin sahteliğine kanıyor gibi yaparken ağrıyorum, utanıyorum biraz da.

Yıllar önce yıkılan bu evin içinde, kırık dökük duvarların arasındayım aslında şimdi. O depremde, daha doğmadan ölmeyi bekliyorum. Bu dunyaya hiç gelmemiş olmayı dileyerek, geciyor karanlıkta zaman. Sesin uzakta hayal meyal geliyor zihnime. Ewtt, doğmamış olmak, nefes almamış olmak, kokunu duymamış olmak, bu acının çaresi olabilirdi ancak.

Bazı günler seni alıp götürüyorum giderken, anlatıyorum rollerimi, dinliyorsun sessizce, yaşama dewam ettiriyorsun beni. Mavi yeşil gözlerinde soran bakışlara cevaplar buluyorum çocukca. Gereksiz bir kalabalığı, güneşi, gürültüleri çekiyorum sebepsiz. Yaşamın hırslarıyla övünenleri, anlayamıyorum ölüp gideceklerini bilmiyor gibiler.

Bu gece ruyamda sen varsın. Sesin olmuyor, ama canlısın. İyiyiz orada ikimiz. Zaman duruyor. Zaman yok! İnsanlar yok! Birlikteyiz.

Peki yarın?
Yarın sabah niye uyanacağım ben bu yokluğa ve kalabalığa...

Pazar, Kasım 27, 2011

The End of the Beginning - God is an Astronaut

Perşembe, Kasım 24, 2011

Bir tokat gibi...

Salı, Kasım 15, 2011

Home made

Perşembe, Kasım 03, 2011

Virgo

bir başağı, gerçekten sadece bir başak anlayabilir.

Çarşamba, Kasım 02, 2011

Window


















bunu istiyorum.

Anlamtı.

Buram buram İstanbul kokan bir şarkıyı, güneyin köksüz ve yine de bozulmuş kavruk şehrinde dinlemek, hüzünlere sevkediyor olsa da yapılabilecek bir şeylerin oldugunu hissettiriyor. Ben de neye benzediğini hatırlamaya çalışıyorum. Bıçağa benzer bir acı darbesiyle ikiye ayrılan ömrün, kalan kısmının ne işe yarayacağını bulmakla geciyor bazen zaman. Bazen de yaşamayı unutuyor oluyorum. Odalar bomboş olsun, fazlalıklar hatta gerekenler, elensin, gerekmesinler istiyorum. Çok az eşya, fazla boşluk, en çok da ben kaplamak istiyorum evi. Benim homojenimde olmalı. Neye benziyordu ewtt, zihnim kolayca başka şeylere sıyrılıyor. Hatırlantılar zira çok hafif ve silik ki, gunden kalanlar üfürüyor onları kolayca. Çocuklukta kutlanan doğum günleri var gerilerde. Alelacele tuhaf biçimde evden uzaklaştırılıp, yapılan hazırlıklar, yerini akşamüstü alkışlarına bırakıyor. Gülen yüzlerin havayı kapladığı mütevazı kutlamalarda okul yılları naif anlamlara bürünüyor.
Sakin, kaygısız belki de saf bir iyilikle insanlara duyulan yakınlık, güzellik hissiyatının ağır bastığı güneşli günler var bir de. Pırıltılardan arkalarda kalan gerçekleri, gri bulutları tahmin etmek imkansız. Perdelerin kalkmadığı bir pencere size neyi gösterebilir ki?
Maskeler düştükten sonra, bir son nefesten sonra, bir yol ayrımına geldikten sonra, bir kaybın sarsıntısından sonra, bir boşluktan sonra, sonra, sonra… Sesler ve yüzlere olan inançsızlık, hatta ihtiyaçsızlık, bir red fanusuna girmeyi tercih eden bir zihin, bir dil ve bir beden. Anlamsızlığın diz boyu, sahteliğin sınırsız olduğu bu sularda, kıyımda köşemde sakladığım birkaç güzel his, flu görüntü, birkaç ufak eşya, değişmeye yüz tutmuş birkaç koku, kopmayan bağlantılar olarak duruyor. Çalkantılar geçti, dalgalar çekildi. Bir yumrukta saklı güç gibi, son dakikayı bekleyen bir fırtına hariç. Süzülen, dinen yağmurun ıslaklığı var düşünde. Hüzün çöker ya hani o güzel hüzün, bir zamanlar yaşanılanlardan güzel sağlam değerli bulduklarının onurlu ve ağırbaşlı hüznüdür aslında o. Sahip çıkarsın seçimlerine. Ömrün boyunca da bu seçimin dik duruşunu içinde hisseder ve o hüznü duymaktan rahatsız olmazsın. Çok uzak bırakılmanın da bir imtihan oldugunu düşünmek de mümkün fakat bu iyimserlik olurdu ki buna lüzum yok.
Nefret etmek bile bir coşkuyu gerektirir ki o ben de yok, yaşanılan dünyanın dışında kalma isteği baskın geliyor daha ziyade. Önyargılı olmak en iyisi ve bu uzak tutuyor, görünmeyen ama var olabilecek sıkıntıları yok ediyor. Beklentiniz ne olabilir insanlardan? Çok az ama herkesin göstermekte zorlanmayacağı bir insanlık sadece. Temel düzeyde. Belki bu birbirimize zarar vermemizi engelleyebilir. Kimse birbirini anlamasın, empati yapmasın, zira konuşamayan, sesleri duyamayan birinin yerine kendimizi koymamız bir şey ifade etmeyecektir bu yüzden empati, hikayedir bana göre.
Kalabalığı azaltıp, yalnızlığı çoğaltmak ise gerçeği görmende işini kolaylaştırıyor. Sıranın dışından bakmanı sağlıyor. Anlam yakıştırdığın olayların, olmadığında da sabah olduğunu gösteriyor. Aynı dili konuştugun ama hiç konuşmadığın insanların olduğu bir yerde yaşamanın hiçbir avantajını bulamadığın bir yer burası. Hiç tanıdık olmayan yabancı bir şehirde de kimseyle konuşamamaktan farkı yok, en azından orasının yabancılığını bahane edip rahatlaman kolay olurdu. Masayı kolunun tersiyle temizleyiverir gibi kurtulamıyorsun hayattan ve geçmişin izlerinden. Hem kurtulmak isteyen kim? Sonuçta benim, ben onlarım onlar da ben. Belki de ben en güzel yerinde bıraktım, belki bu iyiydi. Kahvemin en güzel yerinde bitmesi gibi. Ne tekrar kahve almaya çıkabilirsin, ne de içindeki kahve çığlığına karşı koyabilirsin, arada bırakır insanı. Hem artık daha ne olabilir ki ler de var bir kıyıda.
Biliyorsun, her şey çok zor. Hepsi kirli, soğuk ve hatta kokmak üzere. Çıkarılacak özetlerin bittiğini anlamaya da henüz var. Henüz değil. Endişe yok değil, o büyük sona dair, o büyük buluşmaya dair. Düşünmek ve temiz kalmaya çabalamak gerekiyor iyice.

Cuma, Ekim 28, 2011

I Want It All (Queen Rocks)

Çarşamba, Ekim 26, 2011

not.

gün ışığında caddede, kendine yönelen bakışlara aldırmayan eşcinselin özgüvenine ihtiyacı olan pek çok insanın, aynı caddede sadece yürüyor olması ne ironik.

Çarşamba, Ekim 12, 2011

Fallulah - Give Us A Little Love - Official Video




Yeniden müzik dinleyebilmek, güzeldir.

Perşembe, Eylül 29, 2011

Bir Zamanlar Anadolu'da













Eve geldim, pencereleri açtım, havada filmin tadını almaya dewam etmek istiyordum. Şehrin karmaşası, kapıya gelene kadar zihnimi ele geçirmek için didikledi durdu kulaklarımdan, gözlerimden. Biraz süt iyi gelirdi. Gece olmuştu bu arada ve yüzler, gözlerimin önünden geçip gidiyordu durmaksızın. Bir NBC filminde elbette yüzler ve gözler başrolde olurdu. Bir Zamanlar Anadolu’da, bu prensibi bozmadı. Filmin bu şehirde de gösterime girdiğini fark edince inanamadım, heyecanlandım. Ödül aldıgını duyup, ardından kimbilir ne zaman diye düşünmedim değildi.

Üç saat boyunca bir sinema şöleni olacağını elbette biliyordum ve öyle oldu da. Her sahnede bir bitecek mi kaygısı, kelimeleri kaçırmama çabası, tüm yüzleri aynı anda algılayabilme endişeleri aynı zamanda atmosferden uzaklaşıp, muhteşem bir doyuma da ulaştırıyordu beynimi. NBC ritüellerini fark etmemek imkansız, alışıldık öğeler mevcut ancak hikaye, çekimler roller hepsi incelikli. Film müziklerini severim, ama müziksiz bir film yapmak da çok özel bir yetenek ve beni, kendi müziğimle baş başa bırakıyor.

Oyuncu seçimleri etkileyici, beklendiği gibi doğal. Belki biraz daha fazla yöre insanı olsaydı, daha rahatlatıcı olurdu. Zaten bir oyuncu var ki, başarılı bir karakter sergilemesine rağmen, yine de sahte anlarını görmezden gelemedim ve zaman zaman filmden sıyrılmama sebep oldu.

Anadolu, erkek egemen bir toprak (sanki). Kadınlar, evlerde, duvarların ardında, iş güçle sürekli meşgul bırakılan insanlar. Karnı doyan erkeğin aklına, kadın geliyor nedense. Kadına bakıyor erkekler, gözleriyle bile o şiddeti hissettiriyor. Filmde bunu hissetmek mümkün, belki güzel yanıyla. Ama yalan değil şimdi gidin bir Anadolu kasabasına, değil hissetmek, buram buram yaşayabilir bir kadın bunu ve ne demek istediğimi anlayabilir. Bu ne zaman yokolur, ezilir, bilmek çok güç hem de çok güç. Acıtan bir şey bu ve çok gerçek ne yazık ki. Bu ülkede kadın olmanın zor gerçeği. Bu farklı bir mevzu olmasına rağmen, arkada bırakamadım.

Hep hüzne, derinlere gömülmüşken, birden müstehzi bakışlar, hınzır gülümsemelerle uçurumdan atıyor insanı bu film, şaşırtıcı idi, fakat kabullendim.

Filmde her şey çok gerçek, düpedüz kamera önüne taşınmış. Tam bizden, tam bir Türk insanı. Rahatsız eden hiçbir öğe yok, belki de bu yüzden kavrıyor, içimizin kıyısında bir yerlerdeki tarafımızdan bizi tutup, kendi içine çeken bir film olmuş.

Detaylar muhteşem, bu konuda yazılacak çok unsur var fakat izlenmesi için yazmamak gerek. Bu tür filmleri çoğunluğun tercih etmediğini ve ilgilenmediğini, bir işkence gibi geldiğini biliyorum, zira salonda on beş izleyiciden fazlası yoktu ve bu yuzden önceki yıllarda bu filmler gösterime bile girmiyorlardı. Bu özel filmleri mümkünse yalnız izleyin veya tercihinden emin oldugunuz insanlarla filmin başı ortası sonu ve sonrası zamanları için, tadını rahat rahat çıkarın. Zira sevgili NBC nin yeni filmi için epey zaman var.

Pazartesi, Eylül 12, 2011

spartacus.
















Aşk ve cesareti, ete kemiğe büründürebilen bir erkekti.

Perşembe, Eylül 08, 2011

Adsız.

Bugün gelebilir artık o.
Kim bilmiyorum ama olsun.
Muhtemelen uzaktadır.
Hatta bir çikolata da var onun için.

Bugün onu bekleyebilirim rahatça
Çizdiğim birkaç kelime eşliğinde.
Perdeler kapalı zaten
Brüge deki melodiyi de sevecektir.

Bugün gelsin yeter ki sonra gidebilir
Kitap ayracını unutur bende belki
Sokağın gürültüsünü unuturum biraz
Yolu tarif etmemi istemesin tanrım.

Vakit geç olsun, gitmesi gerekir
Yol uzar, gece biter, umut hiç olmamıştır
Konuşmak fuzulidir, zaman kaybettirir
Başucumda sessizce oturabilir

Saatin pili tükenseydi bari.
Güneş, yok ediyordu hüznünü gittikçe
Dolunaya güvendik ayda bir
Şanslıysak yağmurda fırtına gelirdi.

İsterdi ona sorsak gelmeyi zira
Sadece elinde değildi
Hayat yoktu, insanlar vardı arada
Beklemek sürsündü zaman bitmesindi.

Çarşamba, Ağustos 24, 2011

hayat.


Perşembe, Ağustos 04, 2011

ilişki.

Cumartesi, Temmuz 16, 2011

Tozu dumana.



Atlar durmak nedir bilmesindi.

Cuma, Temmuz 15, 2011

Babam.

Babamı, şimdiki evimin yolunda bana doğru gelirken görüyorum. Balkondayım ve beni görmesi için elimi sallıyorum. Gülümsüyor, aynı hızlı adımlarıyla eve yaklaşıyor, kapıyı açıyorum ve karşımda. Elini öpmeyi bırakıp sarılıyorum, o her zamanki babam kokusunu burnuma taşıyor kollarıyla. Hoş geldin evime diyebiliyorum, o güzel kalbin, o hassas ruhun, o inceliklerin için teşekkür ediyorum diyebiliyorum kulağına fısıldıyorum, Sarılıyoruz, öylece kalıyoruz.
Film kopuyor ve sonrasını getirememek, dibi olmayan o kuyuda olduğumu hatırlatıyor. O anda neler olduğunu ve olacağını bilememek, belki de hayatın en acımasız gerçeği olarak yüzüme hatta suratıma çarpılıyor. Gerçeğimi biliyor olmak ise, diğer insanlardan ayırıyor bu ağır bedeni ve içindeki hafiflemiş ruhu. Zaman geçtikçe bir yol bulunur denilen şeylerden hariç kalıyor bu gerçek.
Bir duble rakı ve mutluluk, birkaç notanın sürüklediği özlem saatleri, yukarda ay ve gecenin tatlı serinliği. Önümüzde güller ve ileride ağaçların karanlıktaki hayal meyal salınışları. Hepsi bir tablonun fırça darbeleri gibi kağıda tek tek atılırken bütünü oluşturuyor ve ortada kısa bir yaşamın nadide özeti.
Geriye yani şimdiye hiçbir şey kalmadığını hepimiz biliyoruz. Yukarda ay, bana eşlik edebilir şanslıysam. Dolunay belki de. Babam. Düşüncemde zihnimde sırayla tüm vagonlar ilerliyor olacaklar, sessiz bir tren ama. Üzümler olgunlaşmışlar, çeşit çeşit isimlerinde hikayeler barındıran, büzgülü, dimnit, çavuş ve unuttuğum diğerleri. Güç bela ekşi tatlı bir koku alabileceğim, tadı olmayan taneler ama. Öğrenciler, çocuk halleriyle kapıdalar bayram sabahı, hem ürkek hem de sevgi dolu bakışlarla sıcacıklar. Canlı gibiler, dokunamıyorum yüzlerine ama. Bir Türk kahvesi. Şeker yerine acımtırak sevinçler ve bin bir çabayla üretilen umutlar eklenmiş. Elime aldığım anda yere dökülüyor damla damla.
Bana hayır demeyi bıraktığın gün, büyüdüm belki de ben. Fakat bugünleri de hazırlayan bir başlangıçtı o cevap. Başlıyorum sandığım bir yazının flashback sahnelerini görme şansımız olmadı elbette. İkimiz de bilemedik.
Bir temmuz gecesinin tüm hayatımın her anına bir mühür koymasını sen istemezdin biliyorum, gözyaşlarımın işe yaradığı tek insan sen olduğunu anlayalı beri silahım onlardı ve şimdi o yaşların hiçbir işe yaramadığını da görmek istemezdin muhtemelen. Değerini bilemediğimi çok iyi biliyorum ancak o değeri bu hayatla ödemeyi istemenin de hiçbir değeri olmadığını görüyorum. Benim isteklerimin zamanı geçmişti, sıra boyun eğmeye gelmişti çoktan.

Cuma, Temmuz 01, 2011

Duffy - Stepping Stone




oldukça örselendim ama fazlasıyla özgürleşmiştim...

Pazartesi, Haziran 20, 2011

kayıp kuruntu...

Cuma, Haziran 17, 2011

Ful Animasyon (Bedük)





...
dünya bir oyun yeri hepsi bir film karesi
bunlar gerçek değil bütün bu gördüklerin
bu senaryo senin ellerinde kaderin
değiştir çevir boz geri getir
...

Cumartesi, Haziran 11, 2011

.

oysa gülümsemeyi hakeden pek çok insan için, endişeleniyorum şimdiden.

Salı, Haziran 07, 2011

Fernando Botero














Dancing in Colombia, 1980

Salı, Mayıs 31, 2011

Avokado gibisi yoktu...

Yerde duran saksıdan mutfak penceresinin alt kısmına kadar ulaştı avokadoların boyu. Perdenin uç kısmına değmeye başladı üst yapraklar. Ne olucak şimdi? Yeni bir yer bulmak lazım onlara, guneş ışığını da alabilecekleri, benim de ewtt burası diyebileceğim bir köşe. Can sıkıcı. Suyu sewiyorlar ve boyları da çıldırdı. Yeni yerlerine avokadolardan önce benim alışmam lazım. Huysuz, sevimsiz ters bir hale bürünmesinler sonra. Üzülmek? Ewtt üzülürüm muhtemelen.
Salatanın üzerine konan beyaz peyniri sewmiyorum eskisi gibi. Ayrı servis edilmeleri daha mantıklı gibi, birlikte tüketilebilirler belki ama karıştırılmaları hoş değil. Apayrı şeyler, kimyaları farklı, geldikleri yerler ayrı, bir kasede yan yana olmaları adil değil. Saygı duyulması gereken nesneler. Öteden beri böyle alışılageldiler diye, onları bunu zorlamak haksızlık. Ayrı kalmayı tercih ettiler diye de onları yargılamayın, size soru sorulmadan cevap vermeyin, bu hepimiz için de en iyisi bak.
Bu sabah yola çıkıyor olmam lazımdı. Gitmek için en uygun gündü belki de. Kimseden değil bu şehirden gidiyor olmak içindi. Gideceğim yere kendimi elbette götürecektim fakat bu şehri götüremeyeceğim için, bir sorun da olmazdı ilerde, sürükleyebileceğim hiçbir şey yoktu bu şehirden. Kendimi götürmem yeterliydi.
Bazı hislerim beni epeyce kendimden şüphelendiriyor gittikçe. Çok yakın gördüğüm insanlarıma bile iletişim kurarken tedirginlik duymaya başlıyorum, hissettiklerim konusunda sahteliklere düşme endişesi sarıyor, bir anlığına duyduğum coşkunun yerini az sonra bir irde fırtınası alıveriyor, insanları da yorma korkusu yerleşiyor, yoruluyorum, bir daha ki toparlanmaya kadar.
En yakınlarımda bu atmosferde yaşıyorken, yabancılara, duvarlara yaklaşanlara ise nötr kalmak da yetersiz gelmeye başlıyor ve hatta duyarsız, ruhsuz bir etkileşim sarpasarıyor, ne yapsalar, nerde dursalar, onları hissetmem mumkun olmuyor, hendeğe düşecekleri günü habersizce bekliyorlar, acımasız ama kanayan aslında benim.
Bu yabancılık ve bu uzaklık zincirinin kırılabildiği tek iklim var, o da kelimelerin oluşturduğu yolla gidebiliyorum oraya. Çoğunun bu yolu açmakta becerisi varolmadığından, kalıyoruz öylece. Kimisinin derme çatma kazma kürekle boğuşması ise, benim günlerce kırbaçlamalarımla kendine geliyor ve yorgun düşen zihinlerden geriye kayda değer bir lezzet kalmıyor.
Bunları kimsenin bilmek istediğini sanmıyorum, benim de bilmek istemediğim şeyler çok fazla, İnsanların içlerini bilmek istemiyorum, yaşadıklarını duymak istemiyorum, geçmişlerinde yaşadıklarını… Belki de sormak gerekir, sorulan, bilmek istenendir, söylendiğinde de duyulur.
Yazmak ise başka bir şey, içine konuşmaktır yazmak, kendini dinlemek ve duymak söylemek istediklerimi. Yazdığımda, konuşabiliyorum rahatça.

Pazartesi, Mayıs 30, 2011

Yüzeysel Zamanlar.

Sabah çok erken uyanarak, gecenin ileri saatlerine sarkmadan uykuya dalabilme işini kolaylaştırmayı amaçlıyorum fakat bedenim uykuya hala direniyor. Biraz uykum geldi fakat kelimelerin sıraya girmelerine engel olamıyor zihnim. Mario Levi, bir kıyıda kalmış, unutulmuş romanı “Madam Floridis Dönmeyebilir” i yazarken birkaç önsöz birden, her baskıda yeni önsözler yazarak kitabına lezzet katıyor, fakat benim asıl aldıgım tad; uzun cümlelerin içinde biteviye anlam girdaplarında dolaşmak, hatta başa dönmeden cümlenin anlamına muktedir olmakta gizli. Bir Anadolu şehrinde kendini bana rastlatıyor kitap ve adını okurken tozunu silkeliyorum. Ewtt üzerinde düşünülmüş veya hiç düşünülmemiş de olabilirdi ve tam bana göreydi bu isim. Gerçi bu formülüm her zaman tutmazdı mesela yeni bir işe başlamanın öncesinde aldığım, Erich Maria Remarque ın, yarın yeni bir gün isimli kitabı gibi. Yarın yeni bir iş, yeni bir gündü fakat kitaplar yeterli gelmiyordu hayatı güzelleştirmek için, kuvvetli enerjiler için ilave başka güçler bulmalıydık genelde, bulamadığımızda da suçu evrene atabilir, yolladığım mesajı geri çevirdi bahanesine de sığınma şansımız da hazırdı.

Aslında bazen tesadüfler de olmuyor değil. Yaşadığım şehre daha fazla anlam yuklemenin gereksizliğinden yakınıp dururken kendime ve bunu twittlere attırıp dururken, tam da ertesi günü bir başka şehirden iş teklifi alıvermek de nesi oluyordu? Üstüne üstlük görüşmede altıncı hissimin kuvvetli olup olmadığından dem vurulması da yüzümde hafif bir gülümsemeye sebep oluyorduysa da önemi yoktu bunların.

Neyse ki çabucak kayboluyor o tebessüm zira, gülünecek bir şey yok ortada. O sahte gülüşün içinde kendimi buluverince kanım donuyor ve hazırola geçiyorum. Koyduğum hedefler gerçekleşmeye, listelerde üstü çizilen satırlar çoğalmaya başlayınca bir şey hissetmeye başlıyorum. Tanrı mutlu olmanı istiyor. Tanrı yla beraber bir avuç yakın insan da aynı şeyi istiyor muhtemelen, fakat bu ruh haline izin vermeye hazır değilim sanırım. Hem mutlu olmak neye yarıyordu ki, geri gelecek bir şey yoktu ve ben onları çoktan kaybetmiştim, gerçekçiyim fazlasıyla ve mantıkla da oyun olmazdı. Çocuk değildik. Duygusal olmak da hep başka şeylerle karıştırılmıştı insanlar arasında ve ben asla onları umursamıyordum.

Sıradan bir kadın olmaya gayret etmek hakikaten zor. Üzerinde dusunulmeye değmeyecek hayat olayları ve zamane insanları üzerine yorulmak, oldukça çaba gerektiriyor. Yaşamasına izin verdiğim geçmişi ve beklemediğim geleceği, içtenlikle, evde kullanmadığım küçük odada tutmaya dewam ediyorum.

Pazar, Mayıs 22, 2011

sonsuz hüzün.

mad men...

Çarşamba, Mayıs 18, 2011

Amnesty International-Signatures






bir burukluk, ürperti var içimde. gözlerim bantlı sanki. el yordamıyla yol bulunmuyor...

Çarşamba, Mayıs 11, 2011

kırmızı














renkler bile, iki insanın karmaşasını netleştiremez bazen.

kaynak

Cuma, Mayıs 06, 2011

karşı karşıya...

Çarşamba, Nisan 13, 2011

WOODKID - Iron

Pazartesi, Mart 21, 2011

Hiç kimse















Yağmur masumca yağarken şiir yazardı birileri, hep yüklerlerdi duygulanmalarının suçunu yağmura. Halbuki yağmurun bunlardan değil haberi, umuruna kattığı bile yoktu, yağması gerekiyordu ve yağacaktı işte, sana sormuyordu.
Kelimeler sıraya girince, ne bir başkasını okutuyorlardı ne de naifliklerine toz konduruyorlardı. Dokunsan küsüp gideceklerdi yazmazsan. Kıskanırlardı bir de, anlamaya görsün günlerce kağıda kaleme uğramazlardı hakikaten. Onları kırmaktan çekinirdim, boyun eğerdim, yine de bana uzak kalırlardı, sevmezlerdi beni, sevdiğimi gösteremezdim ben insanlara, kelimeler de bunu hissetmişti zamanında, zor zoruna yaklaşırlardı. Biraz ısınırdık birbirimize, iyi hissetmeye başlardık, alışırdık, sonra giderlerdi, alışma hemen derlerdi, alışınca sen çekilmezsin derlerdi ve uzunca bir süre uğramazlardı. Yazmayı da beceremezdim, beğenmezdim yazdıklarımı, içimi dökerdim, rahatlardım, tekrar dolana kadar idare ederdi bu boşluk, sonra da heyecan duyar, çocuk gibi, oldu işte der, uyurdum.
Deli gibi içmek, içmek istiyordum şişelerce alkolü saatlere bölerek hücrelerime dağıtmak. Tadı, zehir gibi olanlarına bile alıştırıyordu ancak sonunda sarhoş olacağını bile bile içmenin anlamsızlığını da hatırlatıyordu kokusu. Bıraktığı ağırlık, ayılırken yaşatacağı zorluğu düşündüren hafif bir mantık silsilesi, ikisinin arasında gelgitleri üst üste biriktiriyordu. Lakin sadece içmek istiyordum ve bunları düşünmek istemiyordum. İçemeyen biriydim ben ve hala sarhoş da olamamıştım. Bardakları içer ve kalkar, yola dewam ederdim.
Zamanı faydalı şeylerle geçirmek istemiyordum. Sabahın erken vaktinde uyanıp soluğu şurada burada almak, bir şeylerle ilgileniyormuş gibi görünüp, saatleri dolu dolu geçiriyormuş hissetmek, olmadık yerlerden duyulmadık bir şeyler çıkarıp, keşfedip, kendimi bunlardan mutlu saymak, yorgunluktan bittiği halde hala etrafa gülücükler saçmak, herkesin hayranlığını, gıptasını kazanmak için gizlice çırpınıp duran ilgi fanatiklerinden olmak istemiyordum. enerjik görünmediğinde evden çıkamayan, üzerine giydiğinde daima bir mesaj saklayan insanlardan değil, birilerinin bakması gerekmediğini düşünen bir insandım ben. Günüm beni ilgilendirmeliydi ve yirmi dört saatin bomboş geçmesini istiyor ve bundan rahatsızlık duymayan biriydim.
Kitap okumalıydım sürekli, hepsinden ayrı ayrı fikirleri, kelimeleri toparlayıp, kendi düşüncelerimle karıştırıp, tarzımı oluşturmam zorunluydu, okunmamış kitaplar yatak odasında , kanepenin önündeki sehpada, yığınla durmalıydı, bu olmalıydı, nefes aldığında kitap okuman gerekirdi, okumuyorsan, boş biri olarak nitelendirilirdin, birileri seni böyle tanımalıydı.Kitapları istediğinde koynuna değil, sürekli koynuna almalıydın. Kitapları okuyor koyuyordum bir kenara, hayatının kitabını seçemeyen bulamayan biriydim ben, bu benim yazarım, üstat döktürmüş yine diyemiyordum, herkesin buna yakıştırdığı bir yazarı olurdu oysa. Olmayanı tuhaf gözlerle süzerlerdi çünkü.
Mükemmel bir işte çalışmayan biriydim ben. Mesaisini dörtnala dolduran, çevresindekileri gerektiğinde acımasızca ezen, puan topladığında umarsızca ekip bilincinden dem vuranlardan, patronun kıyısından ayrılmayıp, işinin gereğinden fazlasını yapan, kendi yerini sağlam tutmak için, başkalarının koltuğunu sarsanlardan, bir gün lazım olur deyip çevresine bir dolu ismi dizmek için iletişimlerini sınırsız tutan insanlardan olamıyordum ben. İşimi deli gibi seviyor olmam gerekiyordu, gelecek günler için, hırs ve güç beslerken, inadına çalışmam bekleniyordu, kariyer her şeydi, bir kartvizit hala çok değerli sayılıyordu, çalışmıyorsanız değeriniz azalıyordu, süre arttıkça değer de kalmıyordu, unutulmak için çalışmamanız yeterliydi, birileri sizin yanınızda ancak bu şartlar varken olabilirlerdi.
Güzel bir kadın olmak gerekirdi birilerinin arasında yaşarken. Kendinizle -tüm rollerinize ilave olarak- barışık olmanız, aynaya baktığınızda beğenmeniz gerekirdi. Diğerleri aynaya kendileri için değil başkaları için bakarlardı ama olsun, siz söz konusu olunca, kendini sew, senden bir tane daha yok denirdi. Güzel bir kadınsanız, dikkati çekerdiniz, güzel erkekler ve diğer güzel kadınlar sizi göz hapsine alırlardı, gittiğiniz yerlerde bu göz hapsiyle daha rahat ederdiniz. Size kimse bakmıyorsa, oflamak ve puflamak gerekirdi, böyle öğretmişti diğerleri çünkü. Siz kimseyle ilgilenmiyor görünecektiniz, diğerleri de size bayılıyor numarası yapacaktı, eve daha huzurla gidiliyordu böylece. Hem dış görünüş önemli değildi, önemli olan iç güzellikti, nedense yakışıklı zengin kariyer sahibi erkeklerin yanında güzel kadınlar olurdu, bu birliktelikler, sadece tesadüftü.
Oradan buradan insanlarla şakır şakır konuşmalıydınız, bunu gerektiriyordu ilişkiler, aylar sonra buluşup, şekerim cicim olmalıydınız, sohbetler saatlere uzanmalıydı üstüne üstlük kahkahalar patlamalıydı, buluşmalarınız şölene dönüşmeliydi ve ustaca manevralarınız sayesinde dost hissettirmeliydiniz ve sürüp gitmeliydi bu durup dururken buluşmalar, bu buluşmalara ihtiyaç duydurtmalıydınız. Gergin biriydim ben, bunalırdım sahte üçüncü cümleler kurmak zorunda kaldığımda. Beni sewmeyeni anlardım, benden beklentisi olanı tahmin edebilirdim.İstemediği halde yanımda olmayı seçeni, ben niçin seçmek zorunda idim. Soğuk, uyuz, asık suratlı biriydim ben, çok yakından tanımayan öyle nitelerdi. Bile bile, bilmemezlikten gelmek bana oradan kaçma hissi verirdi, safça niye orda olduğumu düşünür, bir anlam aramaya başlardım kendime kabul ettirebileceğim. Sahte yakınlıkların sahte kutsallıkları olurdu ve bunları herkes bilirdi zaten. İstemesen de, istiyor görünmeliydin. Kırk yılda bir gelen keyif peşrevime denk gelecek şahsın da, yaşadığı şansı anlayacak bakışa sahip olması gerekirdi.

Umarsızca iyilik yapmalıydınız insanlara, sizin özgürlük sınırlarınıza girseler bile. Yakın olmak, çizgileri tamamen ortadan kaldırmak demekti, bazı kurallar yok oluyordu, mecbur kalıyordunuz iyiliklerinizi artırmaya, sizin hayatınızı ayıran camları kırmalarına izin vermezseniz bencil olarak nitelendiriliyordunuz, kimseye iyilik yaramıyordu, iyi olmak diye bir şey yoktu, iyi denebilmek için her insanın kafasındaki evet lere peki demeniz gerekiyordu. Ben herkese peki diyemiyordum, sonra eve gelip her hayır için üzülen biriydim, yanılıp yenilip dediğim evet için de günlerce düşünen biriydim. Diğerleri bunları kafasına takmayı bırakın, dinlemezdi bile. Herkes pek çok şey söylerdi, hepsi dinlenecek olsa kafa mı kalırdı insanda, öyle değil mi…
İnsanlar merak etmeye programlanmışlardı. Sabahtan ertesi sabaha kadar merak ederlerdi birilerini bir şeyleri durmaksızın. Bu kimdi, neyin nesiydi, kimsesi yok muydu, nasıl para kazanıyordu, gelen gidenler neleriydi, niye soru sormuyordu, niye merak etmiyordu. En küçük bir boşluğu, zayıf anı değerlendirirdi insanlar, saniyesinde soru gelir, doğalmış gibi, hiç de merak edilmemiş gibi davranmayı çok iyi bilirlerdi. Ben merak etmeyi beceremiyordum, başkaları hakkındaki sorular kafamda dönüp dolaşmıyordu, zihnimin içi, birkaç kez bu mecralara girmişti yanlışlıkla, sonra her adımda bir mayın, her nefeste bir yıldırım, çamura batmak ve neticesinde de, dikenli tellerle kaplamıştım o sınırı, yaklaşma ihtimalim ortadan kalkmıştı.Sadece günlerin geçmesini bekliyordum ben.
Yağmur kesilmişti, kelimeler derlenip toparlandılar, kalktılar gittiler.
Hava kararmıştı ve kimse, hiç bir şey yapmak zorunda değildi.
Ben de.

Pazartesi, Mart 07, 2011

Siyahın kuyusu.

















kuyunun derinine inmek istiyorum

Perşembe, Şubat 24, 2011

Mürekkep














Kopkoyu bir sıvı…

Siyah mavi arası renge sahip olanı, vurucu, daha çarpıcı ve etkileyici.

Kağıda sorsanız, lekelendiğini düşünüp bir kırgınlığa doğru yelken açacakken, dolmakalemin ucundan yayılan o mürekkebin, harfleri sıralamaya başlamasından itibaren anlamını hissettiren kelimeleri fark etmesiyle, ortak olduğu bu etkileşim, onu boyun eğmeye itiyor mürekkebe…

bir elin bütünüyle nazik hareketlerinin seremonisi, kelimelerin kırılıverecekmişçesine , en nadide olanlarını bile yan yana getirirken, mükemmel bir inceliğin sergilendiği o zamanlar.

bir unutuşun, bir kaybedişin en hassas yeri daha…

Şimdilerde kimse, kaybedilenleri bulmaya çalışmıyor, yeni keşifler için arazide dolaşmakla ve yeni kayıplar için avlanmakla meşgul. Sahte diyalogların yerine, anlamlı monologlara ne zaman evrimleşecekleri ise meçhul. Arsız, umarsız bir serserilikle salyalarını bile toplamaktan aciz, bir an evvel karnını doyurmak, sığınmak, korunmak için her yol mübah sanıyor. Azgın bir pençe, yumuşak bir dokunuşla inse bile, yine diplere doğru acıtmak için pusuda bekliyor.

Cuma, Şubat 11, 2011

Jamie Woon - Night Air (Official Video) HD






tek dileğim, kuleden atlarken elimi tutmasıydı.

Cuma, Şubat 04, 2011

Kal.

Çarşamba, Şubat 02, 2011

madalyonun öbür yüzü.















j. franco

Salı, Şubat 01, 2011

korku.


















Korku, ewtt.
Tam anlamıyla olmasa bile, yerine endişe, tedirgin gibi kelimeleri kullanmadığıma göre, gerçekten korkuyor olduğum bir kaç şey var. Çocukluğumdan beri fırtına ve şiddetli rüzgar, kalbimi küt küt atmasına yol açar ve bu his; çaresiz, yalnız kelimelerini tam anlamıyla hissetmeme sebep oluyor. Güvenli bir dört duvarın arasında olmak bile bu korkunun geçmesine yetmiyor, rüzgarın sesini duyduğumda, hayali atlar koşmaya başlıyor, ellerim daha da üşüyor ve az sonra zihnim kontrolü ele alınca, olmadık düşüncelere, günlük sıkıntılara gömülünceye kadar, yarış dewam ediyor.

Atlar yorulunca; gece, dizginleri alıyor eline. Uzun saatlerle ağır ağır ilerleyen dakikalar, gecenin de korkutucu yanını bırakıyor evime. Tüm yapılacaklar sınırlı kalıyor tamamlandıklarında bile. Uyku, geçici bir kurtuluş oluyor, 18 saat sonrasına kadar. Uyuyorum gömülür gibi, ortalıktan kaybolmak için, sessiz sedasız yok oluvermek için.

Uykum ilerledikçe, başlıyor sahneler oynanmaya, perde açılıyor. Kahramanlarım genelde annem, bazen babam, ara sıra da ikisinin de rolleri olan oyunlardan ibaret. Geçmişte birlikte geçirdiğimiz zamanların yerine, rüyalarımda üçümüzün paylaştıkları daha fazla yer kaplamaya başladı günlük hatırlanacaklar arasında. Normal bir hayat yaşıyoruz üçümüz, ben bu yaşımdayım, onlar da en son yaşadıkları yaştalar, devam ediyoruz ve mutluyuz, gerçekçi olaylar ve mantıklı senaryolarımız var ve ertesi sabah hepsini hatırlıyorum.

Ruya göremeyeceğim bir zaman dilimine girmekten korkuyor oluşum, pek çok duygumun da sonucu aslında. Annem ve babam bana ait son şey. Bana ait şeyleri yapamayacak olma korkusu, kendimi, sistemin ve onun canlı üyelerinin kontrolüne girme korkusu. Bu boyun eğişi neden yapacak olabilirim, tüm bu korkuları bir yana itecek bir istek olabilir mi. Kendimden bu derece uzaklaştırabilecek bir sahteliğe bürünebilir miyim? Hayat pek çok şeyi yaptırıyor biliyorum, kontrolü kaybettiğini anlıyorsun bir ara, geçerli görünen mazeretler buluyor beynin ve devam ediyorsun köleliğe. Çok istediğimi sandığım bir şeyi nefes nefese yapıp, sonra olmadan da olurmuş demekten korkuyorum. Kendime kalamamaktan korkuyorum, oradan buradan çekiştirilmekten, kendimi, koşturanların arasında koşuyor bulmaktan korkuyorum.

Perşembe, Ocak 20, 2011

hiç.



















birilerine, bir kaç anlam kazandırmaya çalışıyorsun ya bazen, bu onlara yaptıgın en büyük sahtelik bence. bırak, anlamı yoksa, öyle kalsın. bir hiç olabilmek de bir durumdur bazen.

Cuma, Ocak 14, 2011

bencil zamanlar.

Salı, Ocak 11, 2011

Durgun su.















Yaşamakla dolan zihnim, yazmakla boşalıyor. Küçük şeylerle mutlu olamıyorum ama aslında bu büyük bir şey, yani yazmak, kelimeleri örmek, sonra okurken sökmek için, kendi ipim, urganımla, harflere tutunmak, ta ki kopana kadar, yere yığılınca yeniden ucunu bulup, ayrıştırıp, başlamak.

Neyin doğru olduğunu bulmaya çalışmak, çok zaman alıyor artık. Koltuğa yığılan bedenim, günü, insanları ve olayları kendi kaderlerine ve seçimlerine bırakıyor. Kurallar, hedefler, kazanılacak başarılar, tırmanırken basılacak omuzlar, kanayan yaradan beslenecek dimağlar, pek çoğunun sabah uyanma sebebi olmakta.

Birilerini de mutlu edebilmek hafifletmiyor bu ağırlıkların altında doğrulmaya çalışırken. Sıralanan sorularla boğuşmaktansa nötr bir siluete dönüşmeyi tercih ediyor insan ve bu ruh hali gittikçe içine yerleşiyor, hissiyat azalıyor, kendi kendine işlemeye dewam ediyor ki, sen o musun, kendin hangisiydin, ayırt etmek zorlaşıyor.

Yaşam dolduruyor, doyuruyor, ancak açlık bitmiyor. Değişen yenilenen hücreler, sürekli beslenmek istiyor ve çeşitlenen ihtiyaçlar yüzünden, doymak imkansızlaşıyor, yeteri kadar ölçüler sapıyor, insan dili dışarıda yola düşmüş bir kurttan da daha acizleşebiliyor.

Bir şeyi gerçekten istediğim anı hissettiğim zaman dilimine bayılıyorum diğer taraftan. Benim için o anda gerçek göğe yükseliyor, kıyımdan köşemden yükselen sesler susuyor, kırbaçlar şaklıyor, yağmur sele dönüşüyor, davullar kıyasıya gümbürdüyor hatta. Emin olmak, inanmak, kendin olduğun, huzurlu olduğun düşüncesini yüreğine perçinliyor, göze alabilmek kelimesi anlamını yitirirken, gözden çıkarılacak pek çok değer, anlamını yeniden kazanıyor.

Yol, bitmek bilmiyor.

...

Salı, Ocak 04, 2011

like hungry wolves...

Salı, Aralık 28, 2010

Lena Chamamyan - Ya Msafera



güle güle...

Perşembe, Aralık 23, 2010

Deers and Cold.

girdap...

















Her yeni şey, aynı zamanda tüketilebilir bir şey anlamına gelir.

Pazar, Aralık 19, 2010

Kanye West - Runaway

hayattan kaçak...

Cumartesi, Aralık 18, 2010

Tanınma Kaygısı.


















Bakkala gitmek üzere sokağa çıkarken de üzerindeki renkleri yakıştırma ve uzaktaki gözlere içten içe de olsa batmama hazırlığı içinde olduğumuz bir ülke burası. Yakasındaki isimliğe dikkat etme zekasını akıl ediveren, seslendiriverme zahmetini gösteren şahıslara karşı da birdenbire yakınlık duyma hissiyatını derinden hissettiğimiz bir ülke aynı zamanda. Kafasını kaldırıp az buçuk dikkat etmesiyle, diğerlerinden bir adım öne çıkan şahsiyet, kahramanımıza kendini müthiş hissettiriyor bir anlığına da olsa ve sihirli bir dokunuşa sebep oluyor ve kolaylıkla tüm kapılar açılıyor. Biz de bu zekada olduğumuzu takdir edenlere gülümseyen ve mutluluk oyunu oynayan, sonrada pozitif düşünelim diye oyalanan insanlarız bir yerde.
Diğer taraftan bakalım bir de. Sosyalleşip de açık kapalı herhangi ortamlara intikal ettiğinizde, birilerinin size ilgi göstermesi, “siz” olduğunuzu, hem doymaz egonuza, hem de diğer şahıslara hissettirivermesi, neden bu kadar önemlidir ve buna ihtiyaç duyulur… Okulda çok sevilmek, onlarca arkadaşı olmak, iş yerinde patronun adamı olarak tanınmak, mahallede en önce selam verilmek, yemek yediğiniz restoranda garsonun size hizmetin alasını göstermesi, içkinizi torpilli koyan barmenin gülümsemesi, hoşlandığınız kadınla aynı şarkıcıyı seviyor olmak, genel müdürle aynı takımı tutmak ve dahası, her dakika hayatımızda. (Olayın kadın ve erkek ayrımı tarafına girmiyorum bile.) İşte bunlar ve diğerlerine de neden prim veriyoruz, bir kalıntı, bir iz bırakmak veya akıllarda kalmak mı niyetimiz… Sıradan olmanın, kalabalığın bir parçası olarak tanınmanın bu kadar çamura batırıldığı bir toplum muyuz… Bunlar, kendinizi bu sayede bir “adam” sanmanıza mı yol açıyor? Yoksa ürettiklerinizle, biriktirdiklerinizle yapamadıklarınızı, değer verdiklerinize veya değer vermeseniz de köprüyü geçerken değer verdiklerinize, sizin hakkınızda muhteşem intibalar mı bırakıyor?
Hal böyleyken, yazılı olmayan ama herkesin bildiği toplumsal yaşam kurallarını uygulamak zorunda bırakılmışken, başka çıkış yolları aramak yoluna gidilebilir elbette. Bir takım sorulara cevap vermek zorunda bırakılırız bazen, bu doğru, fakat tavrınızı belli edip de sonuçlarına katlanmak kavramıyla da barışık olmanız gerek. Zira, tepkiler benim kelimelerimden daha acımasız olacaktır ve sabaha dışarıda bekleyen gerçeklerle yüz yüze kalmaktan dolayı da isyan etmek gibi bir seçeneğiniz olmayacaktır, bu neydi, mecbur bırakılıyorduk ve bu, bizim dışımızda gelişiyordu.
Şimdi attığımız adımların, gelecekte bizi doğru ya da yanlış bir takım duraklara ulaştıracağı, tercihlerimizin, geleceğimizi belirlediği söylenir. Peki geçmişinize bakın, başkaları için yaptığınız iyi şeyler, fedakarlıklar, taviz vermeler, odaklanmalar, sizi buraya mı getirdi? Durumundan memnun pek kimse göremiyorum, ya sen? Hala siz birilerine “peki” mi diyorsunuz? Onlara göre mi yaşıyorsunuz? Yanlarında bulunmadığınızda sizi ne yapıyorlar? Yok, ama siz yalnızlığı seversiniz, bilerek yalnız kaldınız, bu onların yanlışı değildi, hata, asla olamaz, bir hata varsa o da sizin yaptıklarınız olabilir. Hem bazen yalnız kalmak lazım, evet, çok haklısınız bayım.
Birilerinin bizi tanımaması, bizi neden bu derece ürkütüyor, doğarken tanıyan ve yanımızda olmaya hayatını adayan anne ve babamız niçin yetmiyor? Kendiniz, neden isteklerinizle, seçimlerinizle var olmayı denemiyorsunuz?
Üzerinize yapıştıracakları etiketlerden kaçınıyorsunuz. Kızgın bir demirle olmasa da soğuk bakışların damgaladığı biri olmak. Aynaya baktığınızda üzgün olduğunuzu kendinize bile itiraf edememek. Sizi kimse güçsüz düşünmemeli, daima sağlam görünmelisiniz. Başaramadı dememeliler, işsiz kalmamalısınız, evli olmanız gerekir, uyumsuz, geçinememiş derler, soğuk, hiç gülmüyor, onu davet etmene gerek yok diye düşünürler, Suçlanmaktan mı korkuyorsunuz? Yalnız kalmak mı mesele? Kimse kimsenin gündemini kolay kolay meşgul etmez birkaç kısa zaman diliminden fazla. Üstelik herkes bir şekilde yalnızdır, yanında birilerinin olması bir yere kadardır, Siz kendiniz varsınız, yirmi dört saat kendinizle yaşıyorsunuz, onu tanımalısınız önce, memnun etmelisiniz kendinizi. Unutmayın ki, gözlerinizi siz kapattığınızda uyuyabilirsiniz. Tanrı kapattığında da ölünüyor zaten.