Çarşamba, Haziran 09, 2010

Derun.

Bir çıkış yolu bulmanın, formülünün herhangi bir kitapta anlatıldığını sanmıyorum. Sadece kendim ve kararlarım, birlikte o yolu bulacağız. Bunun için, güçlü olmak da bir yere kadar gerekli, sonraları diğer kriterler devreye giriyor, onları kullanmak zorunlu hale geliyor. En azından benim yaşadığım dünya, bunu gerektiriyor.

Annem çok güzel bir kadındı. Gözlerinin rengini anlatmam imkansız. Onun yalnız zamanlarında neler düşünmüş olabileceğini, hislerini, acılarını nasıl dindirmiş olabileceğine dair bir fikrim yok. Bunun ne kadar yıkıcı bir gerçek oldugunu ve anbean aklıma geldiğinde yüzleşmelerin en dehşetini yaşadığıma emin olabilirsiniz. O güçlü bir kadındı ve bahsettiğim kriterlere, diğer rollere ihtiyacı olmadı. Onun sahip olduğu gücün çok azına bile sahip olmadığımı anlıyorum, hayatımın bu döneminde epeyce sallantıya düştüğümü gördükçe.

İnsanların orda burada fotoğraflara gülümsediğini görmek, sevdiklerine hediyeler hazırladıklarını, evin perdelerini değiştirip, eşyaları süslediklerini, bir kahve fincanına saatlerce gülüşerek baktıklarını, çocuklarının çığlıklarına sükunetle kucak açtıklarını, akşamüzeri gezmelerinden fıkır fıkır dönmelerini, erkeklerin kahrolası parfümlerinin boğucu kokusunu duymayı, iş stresinden birbirine soluk soluğa hınçla dertlerini anlatmalarını ve daha pek çok şeyi görüyorum. Bunlar, yaşamın belirtisi midir? Onların yaşadıklarına mı hayat diyoruz, benim yaşadıklarıma mı? Ve bunu kim tayin edebilir?

Belirli süreçler yaşadığımızı biliriz, adı üzerinde başı ve sonu vardır, olacağını tahayyül ederiz. Öyle ya, ritim bu, alçalır veya yükselir. Sevdiğin şeyleri sevmez olursun, yeni sevilecekleri bulmak veya keşfetmek için takatin da yoktur işin kötüsü. Sıra isyana gelir, fırtınaları kopartırsın, eklersin birbirine takıntıları, çevrene yaklaştırmazsın kimseyi, bir iki insandan ötesi çizgini geçemez. Sonra sakinleşirsin, öğütleri ispatlarcasına.

Hayaller kurmayı epey zaman önce bırakmıştım. Gerçekleşemediklerini görmek ve hissetmek daha acıtıyordu zira. Kimileri hayalleri olmayanın geleceği olmaz dese de, bu aynı şey değil. Gerçekçi olmaktı, hayata mantıkla yaklaşmaktı, duygularıyla hareket etmekten kaçınmaktı benimkisi. Belki de işin sırrı, o pembe masallardan hiç sıyrılmamaktı. Çocuk olmaksa gülümsemenin sırrı, çocuktum daima, yılların büyüten, öğreten izleri, yeni huylar edinmeme sebep oluyordu. Gitmeyi icat ettim kendime. Gidersem, hayatı yaşayacaktım sanki. Risk almaya bayılıyordu beynimin en dipteki hücreleri. Güvende olmak rahatsız ediyordu rutinin huzurlu sakinliğine alışmış ruhumu, bedenimi, yüzümü. Denedim. Denemiştim en azından. Geri dönmek istedim ilk sızıntılarda, bir iki, sabır derken, çatlak, büyümeden döndüm. Döndüğüm yerde bana ait ne vardıysa , ona sarıldım. Erken ve serin sabahlarda bir fincan kahvenin ömründe, eskiye dair huzuru aramaya başlamıştım. Kırıntılardı ilk elime gelen, kuytulara savrulmuş, bolluğunda har vurup harman savrulmuş.

Güven ihtiyacımı sorguladım ilk. Kimseye güvenmeme gerek yoktu, biliyordum aslında. Varmış gibi davranmış, yüzleşemediğim yanlarımdan biri olmuştu bu da. Kimin sahteliğini, kimin gerçekliğini sorgulamaya lüzum yok artık. Merhaba ve hoşça kal. Hepsi bu. Olmadan da olabiliyordu dostlar, sevgililer, yakınlar. İnsansız bir çevre, yeni ve güzel, yalan ve rol girmemiş ormanlar gibi.

Virginia Woolf, kendine ait bir oda derken belki de bunu kastedip, kendimize ördüğümüz duvarları, arasında, dalgasız ve aynı zamanda huzurlu limanları içerdiğini de kastetmiş olabilirdi. Herkes neden benle aynı fikirde değildi? Niye yüzeysel olup, yaşayıp , sabahı edip geçemiyordum? Fazlasını istemekten inadına çekinen biri iken, nasıl soru sorabilirdim? Bir insanı, benim için nefes alıp, beni düşünmesini nasıl isteyebilirdim? Yok asla bu olmamalı, olacaksa kendiliğinden olmalıydı.

Erkekler nasıl bir insan tipiydiler? Kadınlar onları hangi arada bıktırıp hayattan ve kendilerinden ölesiye uzaklaştırmıştı? Ya da tam tersi. Kadınlar. Gerçek bir kadın nasıl olurdu? Erkekler, hayatlarında, hadi onu bırak bir günde, kaç kadının canını acıtabilirdi? Ve herkesin derdi, niye bu kadar birbirine düşmekti. Tüm bunlar olup biterken, mutluluk denen kelebek bir kıyıda sessizce gecenin olmasını bekliyor bence, kavgalar, kötülükler, yıprantılar hafifledikçe kelebek kanatlarını hareket ettirmeye başlayacak.

Zamanı tersten yaşamaya başladım. Tek farkla. Geceleri uyumak bilmiyor gözlerim.. Bırakmadığım huylarımdan biri de sabah erken kalkmak. Haliyle yorgun düşen bir beden, gecenin bir saatinde sızıyor alkolsüz bir biçimde. Kimsenin olmayışının güzelliğini fark ediyor gözlerim. Biraz kalabalığa girmek zorunda kalsam, koşa koşa kendime dönüyorum dörtnala. Herkes uyuduktan sonra, sokaklar sessizleşince saatlerim başlıyor. Gün ışığında birinin yüzüne bakmaktan kaçınıyorum. Herhangi bir insanın yüzünü görmek, ona değmek demek benim için ve bundan ölesiye kaçıyorum, çizgilerime değmeye çalışanı pişman ediyorum. Bazı günler sesimi duyma fırsatım oluyor ve bu hoşuma gidiyor. Adını duymaktan insan hala sevinebiliyormuş. Ama bu kadar, hepsi bu. Herkes yerini, kendi dairesini bilmeli.

Bir insanı tanımak ne demekti? Nasıl göründüğünü bile tam olarak bilmeye kadir olamazken, içinden neler düşündüğünü, ruhunu ve beynini oluşturan birikimlerini nasıl bilebilirdik? Hikayelerini dinlemek de yetmezdi, bir filmi izlemek gibi onu seyretmek de öyle. Yanımda olduğu halde uzak olan birinin yakınlığından, rakamların ifade ettiği mesafelerden, kim emin olabilirdi? Benim için 5,5 ay çok uzun gibi görünse de, öbürü için göz açıp kapayana kadar geçen bir süreyi ölçümleyebilirdi. Korkunç bir mağara ve dibi bulunmaksızın devam eden bir kuyu gibiydi birini tanımak. Tanıdığımızı sanmıştık veya henüz tanımaya fırsatımız olmamıştı.

Güzel yazan bir arkadaş demişti ki, “Tanrı ne ölmemizi, ne de yaşamamızı istiyor” İşimiz gerçekten zor.


devam edecek...

7 Comments:

Blogger Elif Gizem said...

Bazen gözlerim dolarak okudum, bazen de çok derinden anlayarak. Öyle yerler var ki satır aralarında bu "ben"im işte dedim. aynı şeylerden yakınarak...

9/6/10 22:23  
Blogger hep said...

Belki farklı olduklarını düşündüğünüz "ötekiler" in arasında da taktıkları maskeler ardında bu yalnızlığı yaşayanlar var. Belki bu yalnızlığınızda bile "yalnız" değilsiniz. Ya da belki ayrıksısınız ötekilerden gerçekten. Belki olmayan şey şu ki, yazdıklarınız çok içtenlikli. yalın, içten ve güzel.
Devam etmeli...

10/6/10 01:01  
Anonymous Adsız said...

Selam Deep,

Hala aynı şehirdemisin ?

16/6/10 23:47  
Blogger deepness said...

Elif gizem; bir kadın ve onun yaşadıkları, en içinden hislerine yakın olmak. iletişime yeni bir tanım ekledin, tskler...

hep; "iç"ini yazabilen, anlatabilen her ruh güzeldir, sen bu farkı görebilenlerdensin, güzelsin.

adsız; artık, her şehir benim, gökyüzü başımın üzerinde, her insan bana uzak, herhangi bir dörtduvar benim evim. şu var ki ben hala ait oldugum yerde değilim...

17/6/10 17:49  
Anonymous Adsız said...

bir kahve içecek vaktin var mı ?

18/6/10 09:19  
Blogger deepness said...

Var fakat senin bir adın bile yok. mail atmayı dene lütfen.

18/6/10 12:58  
Anonymous Adsız said...

denedim

19/6/10 00:00  

Yorum Gönder

<< Home